Doç.
Dr. İlker Belek
“
Kısa vadede Amerika, Avrupa Birliği, NATO, Çin, Rusya ve İran bloklarının bir
üçüncü dünya savaşına cesaret edebileceklerini düşünmüyorum”
Akdeniz
Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Ana bilim Dalı Uzmanı; İlker Belek ile
bölgemizde yaşanan sıcak gelişmeleri ve yeni bir dünya savaşının
gerçekleşebilme ihtimaline ne kadar yakın olduğumuzu konuştuk. İlker Belek, toplumsal konulara ilişkin
duyarlılığıyla ve sol haber portalında kaleme aldığı yazılarla siyasi gelişmelere
sessiz kalmayan ender akademisyenlerden.
Dünyanın
yaşadığı derin ekonomik krizlerin ve Sovyetler Birliğinin çözülmesi ile
birlikte insanlığın problemlerinin katlanarak arttığına vurgu yapan Belek, bu
krizden çıkabilmenin tek yolunun ekonomik alanda yapılacak olan köklü değişiklikler
olduğunun söyledi.
Son
yıllarda dünyadaki gelişmelere bakarak üçüncü dünya savaşının eşiğinde
olduğumuz hakkındaki değerlendirmelere ilişkin düşünceleriniz nelerdir?
Bu soruyu birkaç başlığa ayırarak yanıtlamaya çalışayım.
Birincisi; Sovyetler Birliğinin yıkılması sonrasında açılan dönemi, bir savaş
dönemi olarak niteliyorum. Daha önceleri de bu konu hakkında pek çok yazı
kaleme aldım. Bu yıkımın hemen ardından yeni bir dünya savaşının içerisinde
olduğumuzu düşünüyorum. Şunu gözden kaçırmamakta fayda var. Bahsettiğim bu
dünya savaşı ilk iki savaştan farklı bir karaktere sahip. Dikkat edilirse NATO'nun Yugoslavyayı parçalaması, bu savaşın görünürdeki ilk yansımasıydı diyebiliriz.
Daha sonra giderek yükselen fazlar şeklinde çatışmalı bölgeler çoğaldı.
Özellikle Ortadoğu coğrafyası güvensiz bir yer haline geldi. Emperyalizm,
balkanlarda ve Ortadoğu da değişmeyen bir taktiği uyguladı; etnik ve mezhepsel
çatışmaları körükleyerek ülkeleri parçaladı ve sermaye ihracına uygun bir hale
getirdi. Amerika da yaşanan 11 Eylül terör saldırıları Ortadoğu’ya müdahale
için bir bahane olarak sunuldu ve başarılı oldu. Afganistan bu müdahalelerden
sonra hala toparlanabilmiş değil keza Irak halen güvenli bir ülke olmaktan çok
uzak. Bu bölgelerdeki istikrarsızlık, yoksulluk ve açlığı beraberinde getirdi.
İktisadi bunalımlar ve siyasi belirsizlik aşırı dinci terör guruplarının
etkinliğini hızla arttırdı. Tabi bu gurupların etkinliğinin artmasında Amerika'nın ve Avrupa'nın payı görmezden gelinemez. Özellikle Sovyetler Birliğinin Afganistan'daki gücünü kırabilmek için Amerika'nın eliyle Talibanın
ve El Kaide'nin kurulduğunu biliyoruz.
“Sürekli
hale gelen iktisadi krizler ve Arap baharının da etkisiyle paylaşım savaşları
hızlanıyor”
Dünya ekonomisi 2008’den beri aşamadığı bir krizin
içerisinde debeleniyor. Merkezden başlayan bir iktisadi krizden söz ediyoruz.
Kapitalizm; 1970’li yılların ortalarından itibaren beş yılda bir sürekli olarak
iktisadi krizlerle boğuşur hale geldi. Bu durumu sistemin doğal bir sonucu
olarak algılamalıyız. Çünkü; mevcut iktisadi yapı krizler ve kaos olmadan
ayakta kalamaz. Bu ekonomik krizlerin birde toplumsal ve siyasal yansıması var.
Dünya halkları açısından acı sonuçları olan yansımalar bunlar. Mevcut bu
krizler dünyadaki hammadde paylaşımını ve siyasi hegemonya arayışlarını yeniden
gündeme getiriyor. 2010’yılında başlayan Arap baharını da bu perspektiften
değerlendirmek gerekmektedir. Tunus’ta başlayan sırasıyla; Mısır, Libya ve son
olarak Suriye’ye uzanan bir dönüşümden, bizzat Amerika eliyle maniple edilmiş
bir müdahaleden bahsediyoruz. Kuzey Afrika’nın ve Ortadoğu’nun paylaşımı
mücadelesi var karşımızda. Bugün mevcut bu politikaların daha derin sorunlara
yol açtığını Suriye örneğinde açıkça görüyoruz. Ben bu müdahaleleri:
Amerika’nın ‘Post Sovyetik’ yönetimlere sahip ülkelere karşı yürüttüğü bir yeniden
düzenleme savaşı olarak nitelendiriyorum. Sürekli hale gelen iktisadi krizlerle
paylaşım savaşları hızlanıyor. Tekelci kapitalizm sermayesini ihraç etmek
zorunda özetle; Lenin’in Emperyalizm dediği olgu ile birebir karşı karşıyayız.
Amerika’nın mevcut sermaye birikimi bu sonucu doğuruyor. Ancak Rusya’nın henüz
böyle bir sermaye birikimi yok. Ekonomisi %70 oranında doğalgaz ve petrole
bağımlı. Öte taraftan Çin ise tam tersi bir konumda, ekonomisi giderek büyüyor
ve büyümeye de devam edecek gibi görünüyor. Mevcut bu durum ve rekabet siyasi
gerilimleri arttıracaktır. Suriye cephesinde ise artık Rusya’nın kabul
edemeyeceği noktaya gelindi. Ukrayna da ve Ortadoğu da hakimiyet alanı giderek
daralan Rusya’nın bölgeye askeri müdahalesi kaçınılmazdı. Tabi Esad’ın
öngörülenden uzun bir süre direniş göstermesi de arkasında olan güçleri
cesaretlendirdi. Kısacası Rusya’nın Akdeniz’e silahlarıyla inmesi Batı
ülkelerini endişelendirdi. Şahsen tüm bu gerginliğe rağmen kısa vadede emperyalist
ülkeleri doğrudan karşı karşıya getirecek, klasik manada bir üçüncü dünya
savaşı ihtimalini zayıf buluyorum. Emperyalist ülkeler Ortadoğuya askeri
yığınak yapmayı sürdüreceklerdir, ancak doğrudan kendileri savaşmak yerine
savaşı taşeronları aracılığıyla sürdüreceklerdir. 2. Emperyalist savaş
sonrasında devreye sokulan global ölçekli siyasi mekanizmalar ve aynı dönem
içinde batılı ülkelerde yaratılan tüketim kültürü, batılı halkları doğrudan
karşı karşıya gelişlere ikna etmek konusunda zorluklar yaratan faktörler olarak
beliriyor. İslam terörü gerekçesiyle yaratılacak savaş ortamı ise batılı
halkların ancak kendilerinden uzaktaki bir coğrafyada taşeronlar üzerinden
gerçekleştirilecek savaşa desteğini sağlayabilir.
'Doç.Dr.İlker Belek ve Çağdaş Gökbel'
Papanın
üçüncü dünya savaşının içerisindeyiz söylemine nasıl yaklaşmalıyız?
İzleyebildiğim kadarıyla; Papa da dünyanın çeşitli
bölgelerinde yaşanan çatışmalara ilişkin belli hassasiyetler oluşmuş durumda. Başlarken
de söylemiştim, Sovyetler Birliğinin çöküşü sonrasında, dünya devletlerin yerel
ölçeklerde karşı karşıya geldiği çatışmalı bir dönemin içerisine girdi. Tabi
papanın meseleyi bu şekilde değerlendirdiğini düşünmüyorum. Papanın bu çıkışını
yeniden bir rol kapma çabası olarak değerlendiriyorum. Batı ülkelerinde halklar
ekonomik doğrudan kapitalizme bağlı sorunlar nedeniyle moral değerler açısından
anlam yitimi içindeler. Bu koşullarda popüler din toplumun geneli açısından
anlam dünyası oluşturma özelliğini yitiriyor. Papa, açıklamalarını bu boşluğu
hissederek ve Hristiyanlığı insanlığın vicdanı konumuna işaret etmek bakımından
yapmıştır.
Bill Gates’in ve Ali Koç’un yaptığı
değerlendirmeler sorunları manipüle etmekten ibaret”
Son zamanlarda uluslararası sermayenin önde gelen
isimlerinin kapitalizm aleyhinde açıklamalar yaptığını görüyoruz. Buradan hareketle sistemin dini, siyasi ve
iktisadi aktörlerinin global yapının bir çıkmazda olduğunun farkında
olduklarını belirten itiraflarla ya da bilinçli söylemlerle karşı karşıyayız.
Özellikle G-20 zirvesinde Recep Tayyip Erdoğan’ın sermayedarlara ilişkin
sözleri dikkate değerdi. Yoksullukları ve eşitsizlikleri gidermek için
fedakarlıkta bulunun dedi Erdoğan ve konuşmasını dini motiflerle sonlandırdı.
Ali Koç sistemden şikayet etti, Bill Gates sorunun çözümünü sosyalizm olarak
nitelendirdi vs. Bu açıklamalar sorunları manipüle etmekten ibaret. Dünya geri
dönülemez bir yol ayrımına girmiş bulunmakta. O nedenle kendilerini halklara
mesaj vermekle yükümlü olarak görüyorlar. İşsizlik, yoksulluk ve açlık devam
ettikçe aşırılıklar da artacaktır. İslami köktendinciliği yükseliyor, ancak öte
taraftan Hristiyan köktenciliği de yükselişe geçmiş durumda. Amerika da eğitimi
tümüyle reddeden ve çocuklarını okula göndermek istemeyen mormonlar ve
evangelist ekoller var. Dinci aşırılık yükseldikçe, bu duruma tepki olarak
Ortadoğu da dahil olmak üzere, ateist düşüncelere sahip insanların sayılarında
da artış yaşanıyor. Papa gibi dini bir liderin endişelerinin ve yaptığı
açıklamaların bu iki olgunun kendisinde yarattığı yıkıcı etkiyle alakalı
olduğunu düşünüyorum.
'Röportaj için ideal bir ortam kitaplar ve İlker Belek'
Avrupa’da
ve son olarak Latin Amerika’da yükselen sağın, tüm bu yaşanan gelişmelerle
ilişkisi nedir?
Mevcut bu soruna ilişkin değerlendirmeyi ikiye
ayırmakta fayda var. Öncelikle Latin Amerika ülkelerinin sorunlarını Avrupa’nın
yaşadığı sorunlardan ayrı değerlendiriyorum. Latin Amerika coğrafyası; ABD’nin
arka bahçesi olarak nitelendirildiğinden, dünyanın diğer bölgelerine göre daha
çok acı çekmiş olan coğrafyalardan. Amerikan hegemonyasının istemediği halkçı
iktidarlar cunta rejimleriyle devrilmiş ve siyaset bu şekilde biçimlendirilmeye
çalışılmıştır. Aynı refleksin yansımasını Türkiye’de 1980 askeri darbesinde
görüyoruz. Bu hamleleri,emeği ucuzlatmak ve sömürüyü meşrulaştırmak için
yapılan darbeler olarak nitelendiriyorum. Tabi, antikomünist propaganda
makinesinin ve medyanın işlevi bu olaylarda da kritik rol oynamıştır. Kısacası,
Latin Amerika halkları tüm bu tarihsel birikimiyle değerlendirildiğinde
doksanların sonunda yükselen sol dalgayı daha net anlayabiliriz. Ekvador ve
Kolombiya’yı bir kenara bırakırsak Arjantin, Brezilya, Bolivya ve Venezüella da
farklı tonlarda sol partilerin iktidara geldiğini görüyoruz.
“Venezüella’da
seçimi sağın kazanması beni şaşırtmadı”
Bu iktidarlardan en çok dikkat çekeni Chavez’in
önderliğini yaptığı Bolivarcı devrim hareketiydi. Beş partinin bir araya
gelmesiyle oluşturulan bu hareket, Venezüella da önemli atılımlar yaptı. Petrol
kuruluşlarını kamulaştırdı, eğitimde ve sağlıkta önemli reformlara gitti.
Yoksulluk oranını %40’lardan %25’lere kadar geriletti. Bu ülkedeki yoksulluğu;
günde bir doların altında yaşayan insan sayısı olarak değerlendirdiğinizde,
durumun vahameti daha net çıkacaktır ortaya. Tüm yaşanan bu olumlu gelişmelerin
yanında Chavist iktidar, sermaye sınıfı karşısında adım atmakta hep tereddüt
etmiştir. Venezüella’da seçimi sağın kazanması bu bağlamda beni şaşırtmadı.
Özelliklede basın özgürlüğü diye darbe çağrısı ve Amerika’nın sözcülüğünü yapan
medya kuruluşlarına göz yumulması telafisi olmayan bir hataydı. Bir başka hata
ise sosyalizmin tarifi konusunda yapıldı. Adına 21. Yüzyıl sosyalizmi ya da
Latin Amerika sosyalizmi denen şeyin bir ara rejim tarifi olduğunu insanlar
anlamakta zorlandı. Bir ülkenin kendine özgü koşulları bir yana sosyalizmin
değişmeyen bir kuralı vardır. Üretim araçlarının mülkiyetine mutlak suretle el
konulmalıdır. Aksi takdirde karşı devrimci güçlerin bu savaşı kazanması
kaçınılmazdır. Petrole bağımlı olan Venezüella petrol fiyatlarının düşmesi ile
ekonomik bir krizin içerisine girdi. Neticede Maduro iktidarında yaşanan
finansal kaynak kıtlığı ve artan yolsuzluklar doksanlarda Chavez’in arkasında
örgütlenen halkı sağın kucağına itti diyebiliriz. Yine de Latin Amerika
özelinde umutsuz olmayı doğru bulmuyorum.
“Avrupa
halkları ekmeğine göz dikmiş ve kendi gündelik çıkarları açısından mütecaviz olarak
değerlendirdikleri göçmenlerden rahatsız”
Avrupa özelinde ise durum daha farklı bir
perspektiften ilerliyor. Sol partilerin Sovyet iktidarı eleştirisinin adeta
sosyalizmin reddine dönüşmesi, ideolojik olarak sağın elini güçlendirmiş
vaziyette. Karşımızda sosyalist olmayan ama adı sosyalist olan yapılar var.
Bunun en tipik örneği Fransa. Zaten son yapılan seçimlerde sağın ve milliyetçi
cephenin yükselişini buna bağlıyorum. Sadece Fransa da değil; Hollanda ve
İsviçre’nin kantonlarında dahi faşist partiler yükselişe geçmiş durumda.
Batının savaş politikaları neticesinde ölümden ve yokluktan kaçan milyonlarca
insan ise Avrupa’ya doğru akmaktadır. Elbette ki bu durum bir etkiye yol
açacaktır. Avrupa’da karakterleri açısından farklı olsa da Antisemitizmin yerini
göçmen karşıtlığı almış durumda. Özetle; Avrupa halkları ya da emekçi sınıfları
ekmeğine göz dikmiş mütecaviz göçmenlerden rahatsız. Sağ ideolojiler bu
söylemle rahatça güçlenmeye devam edecektir. Diğer yandan sol hareketler
iktisadi söylemlerini liberal düzlemden çıkarmadığı müddetçe gerilemeye ve
yenilmeye mahkum olacaktır diyebiliriz. Özellikle korktuğum şey Amerika’da
başkanlığı cumhuriyetçilerin adayı Trump’ın kazanması ve bununla birlikte
Avrupa da benzer anlayışların iktidara gelmesidir. İşte o zaman dünya daha
yaşanılmaz bir hale gelebilir.
Türkiye’nin
Rus savaş jetini düşürmesini ve bölgede yaşananları dikkate aldığınızda bizi
nasıl bir gelecek bekliyor?
Bu konuda sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için
AKP iktidarının bölgede üstlendiği misyona bakmakta fayda var. 2002 yılında
iktidara geldiğinde; ABD açısından AKP’nin bölgeye örnek teşkil etmesi
gerekiyordu. Ancak AKP belirlenen çizgide durmadı. Bence durması da mümkün
değildi. Dinin siyasetle olan ilişkisi arttıkça, siyasal İslam denilen şey
kaçınılmaz olarak radikalleşecektir.2007 ve 2011 seçimleri Türkiye açısından
kritik seçimlerdi. Recep Tayyip Erdoğan’ın ustalık döneminin başladığı yıllar
olarak ifade edebiliriz. 2011 seçimleri sonrası Suriye sorunu patlak verdi. AKP
kendisine yeni fırsatlar açıldığını düşünerek savaşçı bir politika izlemeye
başladı. Neticede Şam’da namaz söylemi de bu politikanın bir yansımasıdır. Üç
günde düşeceği tahmin edilen Esad’ın direnişi ve Suriye halkının çabalarıyla
AKP iktidarının bu planları suya düşmüştür. Neo- Osmanlıcı diye tanımlanan bu
anlayış Türkiye’nin geçmiş deneyimlerini bir kenara atarak maceraya ve hatta
felakete sürüklenmesinin yolunu açmıştır. İŞİD denen oluşuma sağlanan sınırsız
destek ve cihatçı grupların etkin savaşabilmesi için Türkiye’nin üstlendiği rol
kaygı vericidir. Ülkemiz işid’in bir üssü haline getirilmiş durumdadır. Medya
marifeti ile bunu halktan etkin bir biçimde gizlemeyi başardılar.
“Rus
uçağının düşürülmesi Türkiye’nin provokasyonudur”
Tüm bunlar yaşanırken Rusya’nın Suriye’ye askeri
müdahalede bulunması ve ayrım yapmadan bütün cihatçı grupları bombalaması
Türkiye’nin bütün planlarını alt üst etmiştir. Rusya’nın bu rolü batıda geniş
yankı uyandırmıştır. ABD ve NATO Rusya müdahalesinin akabinde kara
operasyonlarına karşı olduklarını açıklamışlar ve Türkiye’nin politikalarına
uzak bir rota çizmeye başlamışlardır. Uçak düşürme hadisesini yaşanan bu
gelişmelere karşı olarak Türkiye’nin bir provokasyonu olarak değerlendiriyorum.
İktidarın bütün bu gelişmelere rağmen dış politikadarevizyona gitmemiş olması
korkunç bir öngörüsüzlüktür. Halklarımızın geleceği konusunda bir değerlendirme
yapmam gerekirse; ülkenin doğusunda yaşanan çatışmalı durumun geleceğimiz
açısından iyi bir veri olduğuna inanmıyorum. Öte yandan AKP’nin neo-liberal
politikalardan vazgeçmediği açıkça ortada. Personel rejiminde yapılacak değişim
ve emek üzerindeki sömürünün artacağını ön görebiliriz. Yani savaşlardan
bağımsız olarak halkların önümüzdeki dönemde yaşayacağı sosyal ve ekonomik
sorunlar artacaktır.
Yorumlar
Yorum Gönder