Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2017 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

POST MODERN ÖLÜM

11 Ağustos iğnelerin üzerinden tahminen sekiz saat geçmiş. Yüzümü yıkıyorum, su damlaları dans ederken yaşlanmaya hevesli çizgilerimle, endişesiz ve kendimden emin sarılıyorum havlunun sadık kollarına. Kahvaltı yine bildiğin gibi; salatalık, domates, peynir ve yalnızlık. Paul arıyor, düşürdüğü bozuklukları soruyor. Dün gece sarhoştu ve tanımadığı kadınlara sarkıntılık ederken kaldırıma yığılı vermişti. Paul arıyor, çişini tutamıyor, Paul karanlığı gizleyemiyor, okuyucuları bencil, okuyucuları narsist ve üzgünüm tedavisi yok. Aynanın önünde tek vücut olmak belki de iyi gelir. Kasıklarındaki ıslaklığı hissediyorum; nefesin boynumda, göz bebeklerin kocaman, artık bu dünyada değiliz. Ölüm ve yaşam arasında bir yerlerdeyiz. Tarifi yok. Öpüşürken çıkan seslerin nota düzeninde yeri yok. Modern dünyanın, post modern kölelerinden uzakta kendi komünizmini yaşayan iki bedenin mutluluğunu nakşediyorum satırlara. Sarhoş olmayalı uzun zaman olmuş, sarhoşluğu seninle özlüyorum. Anahtarların

KUTSAL AKLIN NEREDE?

Kabileden kovulan oğulların intikamını kullanan bir sınıfla başımız belada.  Mantık olarak çökmüş ve çöktükçe doğaya daha çok yaklaşan ve ondan daha çok uzaklaşan kötülüğün birliğiyle karşı karşıyayız.  Aydınlanma döneminin gerçekleriyle yüzleşen burjuvazi, devrimlerden korktukça kendisini sofu bir karanlığın kollarında buldu. Kilise ile ittifak kurmayı ve onun değerlerini yeniden sahiplenmeyi sapıkça bir arzuyla kendisine görev edindi. İnsanı ve hayvanı aynı kefeye koydu. Doğu toplumlarının aydınlanma çabalarına bu yüzden kesif bir karanlıkla karşılık verdi. Sosyalizm korkusuyla Cumhuriyetleri çiğnedi ve geçti. Afganistanda yaşananlar bunun en açık örneklerinden yalnızca birisi (Uzun uzadıya Afganistanda olanları anlatamayacağım araştır bir zahmet). Ne giymeli? Kapalı mı? Yoksa açık mı? Durdurulamaz aşamaya gelmiş durumdayız. Ara yol artık yok, ya karanlık kazanacak ya da aydınlık. Bekaret mekanizması yetmemiş olacak ki kadın sünneti tartışılıyor. Nitekim Ortadoğu ve Afrika ülkel

KARMAŞIK YAZILAR I- ÖLÜM...

Ölüm: İnsanlık bu kavramı tanıdığı an medeniyet perdesini kirli tırnaklarıyla aralıyordu. Rousseau hayvanla insanı ayırırken ölümün bilincinde olma durumuna fazlasıyla eğilir. Bir hayvan ölümden asla korkmaz. Korktuğu şey anlık acıdır. Bunun adını yaralanma olarak tarif ederiz. Tarif ettiğimiz bu kavramlar hassas bir terazi üzerinde dengede dururlar. Terazinin yönü bir tarafa ağır bastığında insanlık medeniyetten uzaklaşmaya başlar. Ölümü tanıdıktan sonra suç kavramıyla tanışır Sapiens. Mülkiyete ilişkin bir kavramdır suç ve bu yüzden adalet mülkün temeline dayanır. Vahşi Sapiens’le medeni ve uygar Sapiens’in çarpışmasıdır. Üstünlerin hukuku ya da aristokratların kitleler üzerindeki yazılı giyotinleridir yasalar. Tiberius Gracchus Roma için adalet talep ettiği için senatörler tarafından katledilmiştir. Cumhuriyeti yıkmakla ve Tiran olmakla suçlanan Gracchus fakirlerin hukuku için ölüme korkusuzca sarılmıştır. Kanun kaçaklarını da böyle ifade edebiliriz. Gracchus aristokrasiye göre k

ULAŞILAMAZ CİNSELLİĞİN CİNNETİ

Türkiye aylardır cinsel suçların oluşturduğu bir travmanın içerisine sürüklenmiş durumda. Gerçek durum ise böyle mi? Bu sorunun yanıtını verirken riyadan uzak bir noktada kendimi konumlamak istiyorum. Toplumsal olarak ya da bir yere zorla sıkıştırılmış insan kümeleri olan bizlerin, saplantılı bir biçimde karşılaştığımız her durumda ikiyüzlü tepkiler üretme konusun da oldukça mahiriz. Şahsen; eğitimli ve az sayıda vicdan sahibi olan kişilerin düştükleri hayreti samimi buluyorum. Acı ama geriye kalan büyük bir çoğunluğun şaşırmak bir yana beslendikleri çıkar çevrelerini nasıl koruduklarına şahit oluyorum. Ensar Vakfında yaşananların ya da adlarını anamadığım pek çok tecavüz vakıasında yaşamlarını yitiren genç kadınların sorumlusu liberal paradigmanın koşulsuz şartsız paryası olmuş dindar ya da dindar olmayan çevrelerdir. Henüz daha kötüsünü görmüş durumda değiliz. Karma eğitim sisteminin tümüyle ortadan kaldırılması gerektiğini savunan bir iktidarın eğitim politikalarıyla gittiğimiz yer

KONSTANTİN

KONSTANTİN Gece yarısı ansızın çıkıp gelen küçük ama sevimli bir çocuktur Camus. İnce bir tülün ardından gözetlemek kadar cüretkardır, tanımadığın kentin yorgun kaldırımlarında adımlamak. Çok büyük. Evet, gökdelenler, metrobüsler ve hiç tükenmeyen betondan kaleleriyle bir hilkat garibesi. Küçüldükçe küçülüyor insan. Konstantin’in acılarla örülü bağrında adımladıkça küçülüyor. Kafkaesk bir tabloyu andırıyor, savaşın içindeki yaralı askeri ya da gerillayı. Cüretkar atıyor adımlarını şair, adımlar kanlı, adımlar yorgun ve şair küçücük kalıyor İstanbul’un kalbinin tam ortasında. Duyuyor musun? Duymuyor! Çünkü bu kentin kulakları sağır, duyamaz artık ve insansızdır sokakları. Küçük bir çocuk ekmek alıyor diye yargılanmış ve infaz edilmiş. Otobüsler sıralanmış daracık sokağın tam ortasına, camların ardında öldürmeye hazır kara gömlekliler. Cezalıydım ve hapis hayatı yaşıyordum. Yedi kulenin zindanlarında zincirlenmiş masum cesetleri saklıyordum, kana doymayan vampirlerin hışmından. Al
DAMAĞIMDAKİ SİYANÜR Kış bitiyor. Kesif bir karanlık engel oluyor, hayali kağıtlarıma ruhumdan dökülen notaları nakşetmeme. Çişim geliyor, çişi gelince tuvalete gider insan ama bu ayazın ve bu karanlığın içinde mesanemi boşaltabileceğim bir tuvalet yok. Bir zamanlar kalbim heyecanla çarpardı. Özellikle ergenliğe adım attığım ilk yıllarda. Şimdi kalbim öylesine yorgun ki hatırlamaya korkuyorum, mazideki aşkları. İnanç, bir ara kafasını uzatır gibi oluyor ama halime pek bir acıdığından olsa gerek, yanıma sokulmuyor. ‘Kırmızı düşlerin yalnız çocuklarısınız’ derdi tanıdığım tek şairdi Bay Ç... Kalın kaşları, duygularıyla hemhal olmuş bedeniyle, dünyanın yükünü Atlas gibi hep sırtında taşırdı. Şimdi kim bilir nerede? Hangi düşlerin peşinde yaşama tutunmakta? Saat yok artık hayatımda. Akrep ve yelkovan neye benziyordu? Onu bile unuttum. Hangisi uzun hangisi kısaydı? Peki, hangisi dakika ve hangisi saati gösteriyordu?  Biliyorum Bay Ç. Yine uykusuz ve dert edinmekte mazlumların acıl

YAŞIYORSUN VE ASLINDA...

Kıyıdayım, gözlerim dalgaları takip ediyor. Asla yakalayamayacağım köpükleri ve asla sarılamayacağım girdaplarıyla kokusunu içime çekiyorum; yarı tuzlu, yarı yosun kokulu maviliğin. Karanlıktan sonraki aydınlığa benziyor yalnızlığımın acısı. Tenime düşen ilk ışık parçacıkları sanki lime lime ediyor etimi. Acıyla örtüyor kirpiklerim gözlerimi. Çok temiz sanmıştım düşlerimi ve temiz sanmıştım aşklarımı. Bacaklarımda hissederken zevkini, masumiyet perdesi kalkarken bedenimden artık benim değildi aşklarım. Kimin sesi? Kimin kokusu? Bu duyduğum! Birazdan omuzuma dokunacak olan eller kimin? -Neden öylece durmuş ve gözlerin kapalı ufka bakıyorsun? Cevap vermeye utanıyorum. Kim bilir bu kaçıncı günah? Yanaklarıma ateş bastığını hissederek ve gözlerimi aralamadan cevaplıyorum… -Dalgaların dansına kulak veriyorum. -Büyük ayrılığın ardından kendine işkence ediyorsun. Ansızın beliren bu yabancı rahatsız ediyor ruhumu ve dönüp suratının tam ortasına bir yumruk atmak