Mavi bir ağustos sabahı gözlerimi kimsesiz bir bordoluğun içerisinde ruhumu koyulaştırdığım çaresiz bir mekanın içinde aralıyorum. Çevremi hep renklerle algıladım. Renkler sanki karanlığımdan kaçabilmenin tek çıkar yoluydu. Asla iyi bir ressam ya da iyi bir müzisyen olamayacağımı biliyorum. Tek meziyetim algıladıklarımı kağıda dökerken normal bir insana göre daha fazla cüretkar oluşum. Bir kuşun ne zaman kanat çırpacağını ya da bir kedinin ne zaman usulca avına yaklaştığını hissedebilirim. Bir ressam gibi gözler, tıpkı bir müzisyen gibi doğanın ritmini hissederim… Sandalyenin üzerinde gergin bir biçimde duran ve sanki bir zafer anıtı edasıyla karşımda dikilen çizgili iç çamaşırıma bakıp gülümsüyorum. Odamın benden habersiz toparlanmamış olması güzel bir duygu. Hep dağınık bir adam oldum. Ruhumun buz gibi bir yansıması bu dağınıklık. Duygu dünyamda hep böylesi bir kaosun içerisinde olmuştur. Genellikle insanlar tüm bu kaosun içerisinde kendimce yarattığım düzene, anlam veremediği